
39 yıllık hayatımda ilk defa bu sene bir kadın çemberine katıldım. 27-30 Ocak’ta Fethiye’de yaptığımız “Keyf-İnziva” ile ilgili gözlemlerimi yazmadan önce çembere giden sürecimi anlayabilmek için birlikte 2018 yılına gidelim. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” diye bir kitabı uzun süredir biliyorum ve duyuyorum. Kitap hakkında bazı şehir efsaneleri de var: “Kimse bitiremiyormuş.” “Anlaması çok zormuş.” “ Hep yarım kalıyormuş.” “Birisini duydum, tamamını okumuş.” Zihnimin bir köşesinde bu kayıtlar dönerken kitap hakkında seminerler düzenlendiğini öğreniyorum. Merakım biraz daha büyüyor. Çok sevdiğim bir kız arkadaşım kitaptan bahsediyor ve kendi okuyamamış olsa da benim okuyabileceğime güveninin tam olduğunu söyleyerek beni cesaretlendiriyor. Onun hatrı için kitaba başlıyorum ama bir süre sonra devam edemeyip bırakıyorum. Kitap da zihnimde bir yerlerde tekrar önüme konmak üzere rafa kalkıyor. Sonrasında yogaya ilgi duyuyorum ve bir yoga stüdyosuna üye olup pratik yapmaya başlıyorum. Mat üzerine ilk çıktığım zamanlarda hissettiğim korku hafızamda hala çok canlı. Bir insan mat üzerine çıkmaktan ve insanlarla beraber belli pozları yapmaktan neden korkar? Çok sonraları yoganın pozlardan çok daha derin bir şey, bir hayat pratiği olduğunu; korkumun da kendim olmaya çalışmaktan, kadın kimliğimi ortaya koymaktan kaynaklandığını anlıyorum. Bir zaman sonra sosyal medyada “çember” ile ilgili yazılara, paylaşımlara denk gelmeye başlıyorum. Okuduklarımdan, izlediklerimden tam olarak ne olduğunu anlamasam da bir süre araştırıp sonra peşini bırakıyorum. Aylar geçiyor, “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabı tekrar önüme çıkıyor. Kitabı okumam konusunda beni cesaretlendiren arkadaşım okumaya başladığını söyleyince ben de bir heyecan kitabı elime alıyorum ve bırakamıyorum! Bir hafta içerisinde bitiriyorum. Bence “Kurtlarla Koşan Kadınlar” bir kitap değil bir deneyim. Kanlı canlı bir insanla yaşanan harika bir deneyim. Bir annenin, bilge bir kadının okuyanı sarıp sarmaladığı ve yola heveslendirdiği bir deneyim. Aradan çok geçmeden “Kadınlar Şifadır” kitabı gözüme çarpıyor. Okudukça bu kitapta da benzer bir canlılık, ruh hissediyorum. Kitaptaki kelimeler seslere dönüşüyor ve yazarı konuşmaya başlıyor. Çember bölümünü okuduğumda bahsedilen bu çembere katılacağıma neredeyse emin gibiyim. Nitekim bir süre sonra kitabın yazarı Filiz Telek’ten “Keyf-İnziva”’nın duyurusu geliyor ve hemen kayıt oluyorum. İnzivaya yani çembere giderken yol boyunca zihnim belirsizliğin önüne geçmek için kendince tahminler yapıyor. Acaba gidince ne yapacağız? Bir yandan da olacak olanın bana çok iyi geleceğini içgüdüsel olarak hissediyorum, huzurluyum. Akşam açılış çemberi için hepimiz toplanıyoruz ve ben merak içinde bekliyorum. Acaba Filiz nasıl birisi? Ne anlatacak, neler yaptıracak bize? Onu kafamın içindeki şablonlardan birisine yerleştirirsem zihnim belki biraz rahatlayıp susacak. Ama kafamda ne kadar “Filiz” diye bir imaj, bir karakter yaratmaya çalışsam da başaramıyorum. Sanırım beni en çok şaşırtan bu oldu. Bir insan karşı tarafa nasıl boşluk hissi verebilir? Burada ama aynı zamanda yok gibi. Elimle tutmak, somutlaştırmak istiyorum ancak havayı tutmak gibi bir şey oluyor yaptığım. Sonunda fark ediyorum ki “Filiz” yok sadece çember var. Alabildiğine uzanan bir vadide manzara karşısında oturup gökyüzünü izlemek gibi insanı genişleten bir şey çemberde hissettiğim. Sanırım “olma” hali dedikleri tam olarak bu. Zihnim sürekli “yapma” modunda çalıştığı için çemberdeki deneyimlerimizi yine “yapma” halinden anlamaya çalışıyor. Ama ortada açıklanacak somut bir şey yok. Bununla beraber beni şaşırtan başka bir konu çemberde kendimi tanıtmama gerek kalmadan olduğum halimle kabul görmem. Günlük hayatta birileriyle tanışırken telaşla kendimize bir imaj yaratma çabamız, kim olduğumuz, nerede yaşadığımız, ne iş yaptığımız hakkındaki konuşmalar o an çok anlamsız geliyor. Bunların hepsinin sırtımızda taşıdığımız koca bir yük olduğunu ve bizi birbirimize tanıtmak bir yana tamamen uzaklaştırdığını düşünüyorum. Bir arada olmak, paylaşmak, anlaşabilmek için bildiğimiz anlamda tanışmanın hiçbir önemi yok. Varoluşun özü ve gerçek güç belki de bu çabasızlıktan geçiyor.
Çemberdeki kadınlarla beraber vakit geçirdikçe onların aslında benim başka bir yaşamdaki versiyonum olduklarını düşündüm. O kadınlar da aslında benim. Hayatta benden farklı olan, benim dışımda kalan hiçbir şey yok. Bir noktadan sonra herkesin enerjisi o kadar iç içe geçti ki bir ses dalgası gibi birbirimize çarpıp titreştik. Bedenlerin ve isimlerin bir önemi kalmadı. Madeline Miller’in “Ben, Kirke” kitabında yazdığı gibi: “Bir başka ruhun sizinkinin yanına damladığı ender anlar vardır, yıldızların senede bir defa yeryüzüne sürünüp geçmesi gibi.” Çember de benim için öyle bir takımyıldızı oldu. Kadınlar olarak ihtiyacımız olan en önemli şeyin birbirimize tanıklık etmek olduğunu, asıl yardım ve desteğin bu şekilde gerçekleştiğini anladım. Karşıdaki kişinin olduğu gibi olabilmesine tanıklık etmek ve alan açmak. Clarissa Pinkola Estes, “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabında: “Eğer dışarı çıkıp ormana gitmezseniz asla bir şey olmaz ve hayatınız da hiçbir zaman başlamaz.” diye yazar. Çemberle birlikte benim bu yolculuğum başladı. Yalnız olmadığımı, hiçbir şeye mahkum olmayıp her zaman seçeneklerimin olduğunu fark ettim İçimizde öyle bereketli topraklar var ki bunu bir kez fark edebilsek cennet bahçelerine dönüşeceğiz. Çember bu anlamda beni suladı, toprağımı havalandırdı ve tohumlarımı attı. Filiz vermeye başladığımı hissediyorum ve çiçeklenmek için sabırsızlanıyorum. Umarım dünya üzerindeki bütün kadınların kız kardeşlerini bulup çemberlerini kurdukları bir hayat yolculukları olur. “Kadınlar Şifadır” kitabının sonunda yazdığı gibi: “Size gönülden bir ‘iyi yürüyüşler’ diliyorum!”
Tuba Yazıcıoğlu tyazicioglu@gmail.com
Kapak Fotoğrafı: Filiz Telek